Die Gaste, SAYI: 15 / Ocak-Şubat 2011

Savulun Türkler Geliyor ya da
Önyargıların Kıskacında

Lale Akgün’ün “Semra Hala” Kitapları Üzerine


Zehra İPŞİROĞLU




    Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi Lale Akgün “Semra Hala Ciğer Patesi Ülkesinde” (Tante Selma im Leberkaeseland) adlı otobiyografik kitabından sonra “Türkleşen Parlamento, Semra Halanın Akrabaları Politika Yapıyor” (Der getürkte Reichstag, Tante Semras Sippe Macht Politik) kitabını Almanya’da Krüger Yayınevinde yayınladı.
    Her iki anı kitabı da Türkiye kökenli göçmenlerin Almanya’daki yaşamını hümorist bir yaklaşımla alışılandan farklı bir pencereden gösteriyor. İlk kitapta altmışlı yıllarda İstanbul’dan Almanya’ya gelen kentsoylu aydın bir ailenin yaşadıkları anlatılırken yıllardır Almanya’da göçmen işçilerin sorunlarıyla kilitlenmiş olan Türk imgesi alt üst ediliyor. Sözgelimi bu kitapların başkişisi Selma hala, kocası öldükten sonra dine aşırı ilgi duyup başını örten, ama içi çektiği zaman da kırmızı şarabı kafasına diken, domuz eti yapımı ciğer patesine bayılan kendine özgü bir kişilik. Kitapta Almanlarla iletişim yer yer çok komik sahnelerle anlatılıyor. Türk olmanın nasıl bir şey olduğunu çok merak eden Almanların akla hayale gelmez sorularla kemalist annenin tepesini attırmaları, sol eğilimli diş hekimi babanın ise fırsat bu fırsat Alman tanıdıkların yakasına yapıştığı gibi Türkiye ve tarihi üzerine uzun uzun politik nutuklar atması gibi.
    1960 askeri darbeden sonra babam üniversiteden kovulup da Almanya’ya konuk profesör olarak çağırılınca ailemle birlikte Tübingen’e gitmiş ve orada kilise korosunda şarkı söylemeden okuldaki dans derslerine katılmaya kadar yepyeni deneyimler elde etmiş, bu arada da Türkiye’den gelmeyi başka bir gezegenden gelme gibi büyük bir ayrıcalık olarak yaşamıştım. Lale Akgün’ün kitabında karikatürleştirerek çok komik bir biçimde anlattığı yaşantıları benimkilerle birebir örtüştüğünden yer yer kahkahalarla gülerek büyük bir keyifle okudum bu kitabı.
    Akgün ikinci kitabında aile yaşamından kesitlerle politik yaşamı iç içe yoğurarak hem Türklerle ilgili alışıldık klişeleri kırıyor, hem de sadece erkeklerden oluşan erkil Alman politik dünyasını alaya alıyor. Kitabın kimi kişilerini ilk kitaptan da tanıyoruz. Örneğin Anadolu kökenli bir gençle evlenen kuzini Nihal giderek maçolaşan zengin bir işadamına dönüşen kocasının boyunduruğunda klasik bir evlilik sürüyor. Ama on sekiz yaşlarındaki kızları Dilara babasının baskısından dolayı bunalıma girip de anne ve babasının yanından ayrılmak isteyince, bütün aile Dilara’ya sahip çıkıyor, böylece genç kız geçici bir süre Semra halanın yanına yerleşiyor. Bu küçük örnekte bir yandan geleneksel bir yapılanma içinde birbirleriyle dayanışma içinde olan aile üyelerini görüyoruz, bir yandan da ailenin babanın gelenekçi maço tavırlarına elbirliğiyle karşı duruşunu izliyoruz. Bu bence modern yaşamla geleneklerin iç içe geçtiği kültürlerarası etkileşime güzel bir örnek veriyor. Bu örnek bana Almanya’da kocası tarafından şiddet gören üniversite öğrencim Demet’in yaşadıklarını anımsattı. Demet’e çok güç bir durumda üniversitedeki arkadaşları dayanışma içinde sahip çıkmışlar, böylece onun şiddet döngüsünden kurtulmasını elbirliğiyle sağlamışlardı. Her iki örnek de dayanışma, koruma, yardımlaşma eğilimlerinin geçerli olduğu geleneksel yapılanmanın modern yaşamda nasıl yapıcı bir dönüşüm geçirebileceğini gösteriyor.
    Öte yandan Anadolu’dan gelen göçmenlerin bir çoğunun yaşamında geleneksel yapılanma böylesine yapıcı bir dönüşüme yol açamıyor. Tersine gelenekleri dogmalaştırarak körü körüne savunan kolektif zihniyet modern dünyaya bir set çekerek büyük bir mahalle baskısına yol açıyor. Bu yüzden kimi genç kız babasının baskısından kurtulamıyor ya da kocasından şiddet gören kimi kadın eşinden kolay kolay ayrılamıyor. Bu tür örnekler bizde olduğu gibi Almanya’da da çoğunlukta.
    Bireyin haklarına her şeyden çok değer veren modern dünyada geleneklerin de yapıcı bir dönüşüm geçirmesi doğal. Ne var ki böyle bir dönüşümün yaşanabilmesi gene eğitim ve öğrenim düzeyine bağlı. Ama Almanya’da bu sorun, sosyal bir sorundan çok kültürel bir sorun olarak gündeme geldiğinden sadece İslam kültürüne bağlanarak tek yönlü bir biçimde açıklanıyor. Bütün sorun İslamda odaklaşınca, Almanlar da sorumluluktan kolaylıkla kaçabilme fırsatını yakalıyorlar.
    Akgün’ün kitabında eksiklik olarak duyumsadığım tek olgu yazarın politik yaşamından kesitler sunduğu halde, Alman sosyal demokrat politikasıyla ilgili hiç bir konuyu gündeme getirmemesi. Bu açıdan da partiyi aileye benzetmesi, güzel bir buluş bile olsa, pek bir şey söylemiyor.. Lale Akgün sosyal demokrat partisinde göçmenlerle ilgili sorunlardan sorumlu olduğu halde, kitapta göçmenlere yönelik nasıl bir politika izlenildiği ya da izlenilmediği hakkında en küçük bir ipucu bile bulamıyoruz.
    Kitabın hoşuma giden yanı ise yazarın yaşama muzip bir çocuğun gülen gözleriyle bakabilmesi. Kitabın bir çok sahnesinde yazarın yalnızca ailesiyle, komşularıyla, partisiyle değil, kendisiyle de nasıl bol bol dalga geçtiğine tanık oluyoruz..
    Almanya’da Türkler denince akla ilk gelen göçmenlerle birlikte yıllardır süre giden sorunlar, yani zorla evlendirilmeler, başörtülü kadınlar, töre cinayetleri, maço kültürü… Bu imge sanırım diğer ülkelerde de pek farklı değil. Geçenlerde bir konuşma yapmak üzere Graz’a çağırılıydım. Viyana’dan hareket edecek olan uçak bozulunca yolculardan bir kısmı, özellikle de Arap ülkelerinden gelen başörtülü çocuklu kadınlar yeni gelen küçük uçağa yerleştirilirken, diğer yolcular otobüsle götürüldüler. Ben de otobüs yolcularının arasındaydım. Avusturya’da yaşayan Türkiyeli üniversite öğrencileri ve buz pateni yarışmalarına katılan İstanbullu dansçılarla kötü talihimize küserek otobüsü beklerken, Avusturyalı bir kadın öfkeyle yanımıza geldi. “Bütün başörtülü Türkleri uçakla gönderiyorlar, biz Avusturyalıları ise ortada bıraktılar” diye ağlaşıyor, Avusturyalı olarak mutlaka elbirliğiyle Avusturyalıları küçük düşürücü bu durumu hemen protesto etmemiz gerektiğini söylüyordu. Bizim Avusturyalı değil Türk olduğumuzu, gidenlerin de Türk değil Arap olduğunu söylediğimizde, iyice kafası karıştı. Önce espri yaptığımızı sanıp çok güldüyse de, öğrencilerden birinin kadının densizliğine tepesi atıp onu bir güzel azarlaması kadıncağızı da, şaşkın şaşkın yanında duran eşini de iyice allak bullak etti. Sanırım insanların kafalarındaki önyargıları ya da klişeleri kırabilmeleri hiç de kolay değil.
    Kuşkusuz gündelik yaşamda bu tür önyargılara sayısız örnek getirebiliriz. Ama önyargıların yalnız halk arasında değil, aydın bir çevrede de, örneğin yazar, çizer, gazeteci ve politikacıların zihniyetlerinde de sürmesi düşündürücü olduğu kadar kaygı da verici. Örneğin Hitler döneminden yakasını zor kurtarmış Yahudi kökenli ünlü yazar ve gazeteci Ralf Giordano’nun Lale Akgün ‘ün ilk kitabına “Semra Hala Ciğer Patesi Ülkesi’nde“ gösterdiği yoğun tepki bu açıdan çok şaşırtıcıydı. Lale Akgün nasıl oluyor da Almanya’daki Türklerin sorunlarını bir çırpıda unutup ya da örtbas edip eğlenceli masallar anlatabiliyordu? İyi de Lale Akgün’ün herkes gibi kendi yaşamını anlatma hakkı yok mu, Türkiye kökenli olması töre cinayetlerinden başka bir şeyi düşünmemesini mi gerektiriyor? Ayrıca Türkiye kökenli olmak ne anlama geliyor? Türk kültürü diye kendi içinde bütünlüğü olan homojen bir kültürden sözedebilir miyiz?
    En ilginci de Giordano’nun eleştirisini destekleyen okuyucu mektuplarıydı. Bu mektuplardan birinde bir okuyucu kitabın yazarının Türk değil de, Fransız, İtalyan, kısaca başka ülkeden biri olsa, kitabı çok severek okuyacağını yazıyordu. Ama Türkiye kökenli birinin böyle bir şeyi yazması okuyucuya göre iyice absürttü. Bir Türk Türklüğünü bilip ona göre yazmalıydı.
    Lale Akgün’ün kitabına bu tepkiler önyargıların Almanya’da nasıl içselleştirilmiş olduğunu yalnız sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda insanları nasıl belli çekmecelere yerleştiren ırkcı ve faşizan bir duruşa yol açabileceğini de somut olarak gösteriyor.