İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)
ISSN 2194-2668


Die Gaste, SAYI: 37 / Mayıs-Temmuz 2015

Osmanlı/Türkiye ile
Japonya Modernleşmesinin Karşılaştırması


Söyleşi: Orhan Çalışır





    Japonlar yaptı, Osmanlılar veya Türkler neden yapamadı diye sorulur Türkiye’de sohbetlerde, bu yaklaşımı nasıl değerlendirirsiniz?
    Ben yaptı, yapmadı diye sormayı hatalı buluyorum. Çünkü bir kere Osmanlı devletinin şartları Japon devletinin şartlarından çok farklı, toplum yapısı çok farklı. Bir tanesi çok dinli, çok kültürlü, neredeyse Birleşmiş Milletler gibi bir nüfusa sahip. Öteki ise, kendi yağında kavrulan bir ada krallığında bütün tarihini geçirmiş olan, genellikle de homojen bir kültüre, üç aşağı beş yukarı aynı geleneklere sahip bir nüfus diye karşılaştırabiliriz. Onun için şartları farklı. Uluslararası ilişkiler açısından bakarsanız, Osmanlı İmparatorluğu uluslararası ilişkilerin içinde oluşmuş bir imparatorluk. Bu, sadece imparatorluğu kurarken fütuhat yapıp sınırları genişletmek anlamında değil, aynı zamanda anlaşmalarla. 16. yüzyılda Fransa Krallığı’yla ilk olarak modern anlamda, o dönemde Avrupa’da dini ideoloji temeli olmayan ilk anlaşmayı imzalayan ülke Osmanlı İmparatorluğu. I. Fransuva ile Habsburg İmparatorluğu’na karşı Fransa’yı destekleyip, I. Fransuva, Habsburglara karşı savaşları kaybettikten sonra, Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa’nın donanmasıyla tekrardan I. Fransuva’nın kendi tahtına çıkmasını imkan sağlamıştır. Bu, Osmanlı’nın büyük bir uluslararası ilişkiler aktörü olduğunu gösteriyor. Japonya, izole, içine kapalı bir ülke. Çin’le bile ilişkileri zaman zaman yoğun, örneğin 7. yüzyılda Çin medeniyetini kabul ediyorlar. Ondan sonra 15. yüzyılda yoğun, çünkü büyük bir dış ticaret ilişkisi kuruyorlar. Fakat ondan sonra da 1600-1853 yılı arasındaki 250 yıl tamamen dışarıya kapalı. Ancak Hollandalılarla belli bir ticaret ilişkisi olan, Çin ve Kore ile işte senede bir gemi gelir iki gemi gelir, o kadar. Böyle içine kapalı bir krallık.
    O bakımdan hani biri yaptı diğeri yapmadı dememek lazım, daha ziyade şartları neydi? Verdikleri kararlar neydi? Yani ne tür bir modernleşme kararı verdiler ve buna ulaşmak için ne tür politikalar ürettiler, ona bakmak lazım.
    Benim gördüğüm, 1868 yılındaki Meiji restorasyonu 1600-1867 tarihleri arasında Japonya Krallığını yöneten askeri soylu sınıfın merkez hükümetinin başı Tokugawa hanedanı, yönetimini kısa bir iç savaştan sonra ortadan kaldırmıştır, dolayısıyla Meiji yönetimi, yeni kurulan bir rejimdir. Japonların Osmanlı’dan en büyük farkı, 1868 yılında yeni bir iktidar sınıfının başa geçmesidir. Yani geleneksel imparatorluğun üst elitlerinin yaptığı bir ıslahat, reform hareketi başka bir şeydir, yepyeni bir iktidar sınıfının başa geçip bütün kurumlara sıfırdan başlaması başka bir şeydir. Japonlar bunu erken yaşadılar. Biraz şöyle diyebiliriz, bizim 1923’te bir miktar yaşadığımızı Japonlar erken, 1868’de yaşadılar. Onun için bütün eski kurumları elden geçirip lağvedilmesi gerekenleri –acımasız bir şekilde– lağvettiler, yerine yenisini kurmak için zamanları oldu.
    Osmanlı’nın modeli farklıdır. Osmanlı, kendi imparatorluk kurumlarının içinde ıslahatlarla ayakta kalmaya çalışan bir modernleşme modelini yürüttü. Bu da anlaşılır, çünkü koskoca bir imparatorluğu var. Evet, toprak kaybı yaşamış olabilir 19. yüzyıla gelinceye kadar, fakat haritaya baktığınız zaman koskoca bir imparatorluk var. Bunu böyle bir günde silip de, bunun kurumlarına, hayır, ben artık hiç birini kullanamıyorum demek çok gerçek dışıydı ve de siyaseten imkansızdı diyebiliriz.
    İster Tanzimat Fermanı olsun, ister Islahat Fermanı olsun, hatta 1876 meşrutiyet anayasası olsun, Abdülhamit’in bütün muhafazakarlığına rağmen kurduğu kurumlar, bunlara baktığımız zaman bunlar evrimsel, kendi yapısı içinde düzeltmeler yapma anlayışıyla yapılmış olan bir reform hareketi. Halbuki Japonlar, kendi eski hukuklarını (7. yüzyılda Çin’den alınan imparatorluk idari hukuk nizamnamesi, 12. yüzyıl-17. yüzyıl arasında oluşan samurai askeri sınıf yönetiminin ve merkezi hükumetini sosyal sınıf statülerini, hak ve vazifeleri belirleyen samurai nizamnamesi, köylüleri ilgilendiren vergi kanunnamesi gibi kanunları, Budist mabedlerinin ve mezheplerinin işleyişini düzenleyen dini kanunlar vesaire) 1872 yılındaki bir imparator fermanıyla tamamen lağvettiler. Onların yerine çokluk Avrupa’dan aldıkları modellerle yeni kurumlar kurdular.
    Onun için 1900 yılına geldiğimiz zaman Japon krallığı son derece yeni kurumlarla bezenmiş yepyeni bir devlet. Yani kendi eski dünyasıyla yeniden kurguladığı ideolojik ve kültürel bağları dışında, eskiyle gerçek anlamda artık yapısal hiçbir bağlantısı olmayan yeni bir dünya.
   
    Modernleşme aynı zamanda ulusal kimlik, ulusal devlet yaratmakla birlikte anılır, Japonya’da bu nasıl oldu?
    Şöyle söyleyebiliriz: Japonların başka sorunları vardı, ama Japon toplumundan ayrılmak isteyen farklı milliyetçiler gibi bu sorunları yoktu. Yani milliyetçilik hareketleri dolayısıyla toplumun bir kesiminin artık siyaseten bağımsız olmak istemesi gibi. Aslında buna daha geniş bir perspektiften bakarsanız, sadece Japonya’yı düşünmeyin, doğu Asya’yı düşünürseniz, Balkanlar, Doğu Akdeniz, yani Orta Avrupa, Doğu Avrupa, Ortadoğu bölgesi, milliyetçilik akımlarıyla bağımsızlık hareketlerinin at oynattığı ve siyaseten de artık 20. yüzyıla birçok yeni devletin ve bağımsız ülkenin kurulduğu bir bölge. Tabii bu bağımsız ülkelerin birçoğu güçlü ülkelerin nüfuz alanlarına girdiler, tam bağımsızlıklarını kazanamadılar. Bu ayrı bir konu. Burada önemli olan sosyal çatışmanın, sosyal dönüşümün aynı zamanda eski devletlerin parçalanarak yerlerine yeni, çok sayıda milliyetçi, bağımsız devletler kurma biçiminde olmuş olmasıdır. Örneğin, bir Osmanlı devleti ve Habsburg İmparatorluğu kaç tane yeni devlet “doğurdu”. Keza, 19. yüzyılda, Latin Amerika’daki İspanyol ve Portekiz İmparatorlukları, yeni kurulan “ulus”-devletler ile çözüldüler.
    Doğu Asya’da bu süreç hiçbir zaman bu kadar yıkıcı bir şekilde olmadı. Doğu Asya’da yeni devlet kuruluşu demek 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dekolonizasyon biçiminde olmuştur. Yani eskiden Endonezya, Hollanda sömürgesiydi (daha doğrusu çeşitli sultanlıklar/ emirliklerden müteşekkildi) şimdi kolonyal devletin hakim olduğu bölge siyasal olarak birleştirilip yeni bir devlet olarak bağımsız oldu. İşte Hindistan eskiden İngiliz sömürgesiydi şimdi bağımsız oldu. Fakat ülkeler kendi içinde, Çin de başta olmak üzere, keza Kore veya Japonya milliyetçilik hareketleriyle bölünmediler.
    Bu, sadece bizim bölgemize özgü bir şeydir. Onun için Osmanlı İmparatorluğu yeni devletler doğurdu, ama Çin İmparatorluğu yeni devlet doğurmadı. Bunu da şöyle bir kenara kaydetmek lazım. Dünya siyasetinin, özellikle büyük güçlerin ilgilerinin değişik bölgelerde farklı olduğunu görmek lazım.
    Demek ki milli kimlik meselelerinde Doğu Asya’daki şartlarla bizim bölgemizdeki şartlar farklı bir zihniyeti yansıtıyor. Bizim bölgemiz çok daha fazla Avrupa düşüncesiyle iç içe olduğu için milliyetçilik hareketleri de ister istemez gündemi belirleyen faktör haline geldiler. Avrupa devletlerinin de bu süreçlere dışarıdan desteği şüphesiz önemli bir etken oldu.
   
    Bir önkabul de Japonların çok dindar olduklarıdır, Japonya’da din toplumsal hayatta nasıl bir rol oynuyor?
    Japonlar hiç bizde kullanıldığı anlamıyla bireyin, sosyal ve kültürel hayatının, hatta kimilerine göre iktisat ve siyasetinde, dini ilkelere göre düzenlenmesi anlamında, dindar değildir. Yani Türklere nazaran çok daha seküler bir toplumdur Japon toplumu. Dini bağlılıkları hiçbir zaman bizdeki gibi değildir. Bizde bir gündem tartışması var: Dindar mısın, değil misin? Laiklik-dindarlık tartışmalarımız var. İşte bu tartışmalar Japonya’da hiçbir zaman bizde olduğu gibi olmamıştır. Tabii burada dinlerin kendisi de önemli. Bir İslamiyet geleneği ile Japonların Budizm ve Şinto geleneğini karşılaştırdığımız zaman, Şinto ve Budizm hiçbir zaman İslamiyet kadar kamusal alanda bu kadar baskın ve iddialı bir dünya, hatta evren görüşü ortaya koyan bir gelenek değil; olmamıştır da.
    Öte yandan Japonlar, dini kurumların da içerildiği “ kültürlerine” çok bağlıdırlar. Yani onların gelenekselliği kültürleridir. Bir de gerek siyasi gelenek açısından gerekse 20. yüzyılda imparatorluk ideolojisi açısından merkeze alındığı için Şinto yerel dininin öğretisi doğrultusunda İmparator, Güneş Tanrıçası’nın torunu olduğu hasebiyle, tahtta bulunma yetkisine sahiptir ve dolayısıyla ‘bizler de imparatora olan bağlılığımızdan dolayı kendi vatanımıza olan bağlılıkla vazifemizi yerine getirmeliyiz’ anlayışı vardır. Bu anlayış, 1947’den sonra yeni anayasa ile resmi bir ideoloji olmaktan çıktı. Ancak zaten, İmparator’a bağlılığın Şinto dini ile gerekçelendirilmesi nedeniyle bu bir din değil, bu bir milli ideolojidir.
    İkincisi ise, anayasaya baktığımızda, 1876 Osmanlı Anayasası’nda devletin dini İslamdır der, bu 1924’te de böyledir, ancak 1924’ten sonra değişmiştir. Japonların 1889 Anayasası ise seküler, laik bir anayasadır. Ve bu çok bilinçli bir tartışma sonucunda böyle olmuştur. O zaman bu anayasayı hazırlayan başbakan Prens İto Hirobumi, hatta bu konuyu tartışır ve der ki, biz bugün Avrupa’daki en yeni, ilerici anayasa hukukuna göre anayasa yapmak durumundayız. Neden? Çünkü eğer anayasaya geleneksel, dini bir boyut getireceksek, bizde böyle bir din yok der. Yani hıristiyanlığın karşıtı buna muadil olsa olsa Budizm vardır, fakat Budizm de son derece mistik, içine kapalı, hıristiyanlık gibi kamusal alanda modernleşme ile ilgili bir şekilde kendini gösterebilecek felsefi ve ilahiyat geleneğine sahip değildir diye –biraz ön yargılı konuşur bence– Prens, ama Budizm’i devletin resmi dini olarak kabul etmez. Budizm’i şöyle görür: Geri kalmış Asya uygarlığının dinidir, biz bundan çıkmalıyız. Şinto ise din değildir der. Milli bir siyasi gelenek anlayışıdır, hıristiyanlık gibi evrensel anlamda mesajı olan bir din değildir, der. Dolayısıyla 1889 Anayasası Japon vatandaşlarına kanunlar çerçevesinde istedikleri dine inanmaları serbestisini tanır. Herhangi bir şekilde herhangi bir dinin de resmi din olarak tanınmasını kabul etmez. O açıdan, Japon toplumu kanaatimce laikliği veya ladinî yaşamı, seküler yaşamı daha erken, daha kolay kabul etmiştir diyebilirim. Onun için Japonlar dindar değil ama milli geleneklerine, kültür anlamında geleneklerine çok bağlıdırlar. Fakat bu ayrı bir konu.