Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • SONRAKİ YAZI
  • ÖNCEKİ YAZI
    6. Sayı / Mart-Nisan 2009



    Die Gaste 6. Sayı / Mart-Nisan 2009

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com


    Entegrasyon:
    Kime, Neye, Niçin, Nasıl?


    Ahmet ONAY





        Geçen ay Berlin Nüfus ve Kalkınma Enstitüsü’nün “Kullanılmayan Potansiyel” başlıklı yayınıyla Almanya’daki entegrasyona olgusunun son durumu spekülatif bir biçimde bir kez daha ortaya konuldu. Enstitünün yayını, her ne kadar farklı konularda derlenmiş verilere dayandırılmış, dolayısıyla bilimsel ölçütlerden uzaksa da, entegrasyon konusunun ve olgusunun sürekli gündemde kalmasına hizmet ettiği kesindir. Amaç, Türkçe ifadesiyle “üzüm yemek” değil de, “bağcıyı” dövmek olunca, kaçınılmaz olarak fatura Türklere kesildi.
        Sorun, ne denli güncelleştirilirse güncelleştirilsin, her durumda terk edildiği çözümsüzlük alanında sıkıştırılıp bırakılmıştır.
        Özel olarak “Türkler”in entegre olmalarını isteyen taraf açısından sorun açık ve yalındır: Entegre olacaksınız.
        Bu yalınlık içinde şu sorular gerçek ve tam anlamıyla yanıtlanmamıştır: Kime? Neye? Niçin? Nasıl?
        Nasıl
    sorusu, açık biçimde “Almanca öğrenmek” olarak yanıtlanmaktadır. Entegre olunmasını isteyen ve entegre olunmadığından yakınan taraf açısında “Almanca öğrenmek” sihirli değnektir. “Türkler” (özel olarak entegrasyon özürlü olarak ilan edildiği için “Türkler” – geniş anlamda “Türkiyeliler”) eğer Almanca öğrenirlerse entegre olacaklardır. Entegrasyon talebinde bulunan taraf açısından yapılması gereken tek şey, “Türklerin” bir biçimde Almanca öğrenmelerini sağlamaktır.
        Kime ve niçin entegre olunacağı soruları yanıtlanmaksızın, bilinmeyen bir şeye entegre olmanın temel aracı ve yolu “dil öğrenme” olarak ortaya konulduğunda, mantıksal olarak şu soru ortaya çıkar: Dil nasıl öğrenilecektir?
        Söz konusu olan “yabancı” (“konuk işçi”, “göçmen” vs. şeklinde ne kadar tanımlanırsa tanımlansın her durumda yabancı) insanların “yerli”lerin dilini nasıl öğrenecekleri olduğundan, yapılması gereken yabancının yabancı bir dili öğrenmesinin deneysel ve bilimsel yönteminin ne olduğunu saptamaktır.
        Entegrasyonu talep eden taraf açısından bugünün somut gerçeği, “Türklerin” yabancı dili, yani bulundukları ülkenin dilini, özel olarak da en büyük nüfusa sahip olunan Almanya’da Almancayı yeterince, yani entegre olmayı sağlayacak boyutta öğrenemedikleridir. Onlarca yıldır “Almancayı öğrenin” çağrıları yapılmasına, değişik dil kursları düzenlenmesine ve finanse edilmesine rağmen, gelinen yer yine “Almanca öğrenin” ise, açıktır ki burada bir yöntem ve uygulama sorunu var demektir. Gerek dil öğreniminde, gerek entegrasyon konusunda temel sorun da, böyle bir yöntemsel ve uygulama sorununun olduğunun kabul edilmemesidir.
        Bugüne kadarki yöntem ve uygulama, “çocuklarınızla evde Almanca konuşun” tekerlemesinden bir adım öteye geçmemiştir. Entegrasyonu “biat etme” olarak algılayan kesim ise, “rüyalarınızı bile Almanca görün” talimatı vermekle yetinmişlerdir. Bu “biat etme”cilerin en tipik temsilcisi olarak kabul edilebilecek olan Wilhelm Staudacher’in sözüyle, “Almanya’daki Türklerin hemen hemen yarısı boş zamanlarında Türkçe konuşmakta”dırlar, bu yüzden de entegre olamamaktadırlar.
        Entegrasyondan “biat” edilmesini anlayanların bu tipik yaklaşımı, yaşanılarak öğrenildiği gibi, boş ve demagojik bir tutumdan başka bir şey değildir. Ve sorunun tam olarak kavranılması da, bu boş ve demagojik tutumun içeriğinin anlaşılmasıyla olanaklıdır.
        İster evde çocuklarıyla, ister boş zamanlarında kendi aralarında “Türklerin” Almanca konuşmaları talebi, açıktır ki Almancanın bilinmesini ve bütün yaşam alanlarında kullanılmasını öngerektirir. diğer ifadeyle, Almancayı bütün yaşam alanlarında kullanabilir boyutta öğrenilmesi şarttır.
        Bu şart, basit biçimde “sokak Almancası”nı bilmekle sınırlanamaz. Hemen herkesin bildiği gibi, Almancanın sokakta kullanılmasında yabancıların (özel olarak “Türkler”) özel bir sorunu yoktur. Bu Almanca öylesine öğrenilmiştir ki, pek çok Almandan daha fazla Almanca argo ve yerel lehçe bile kullanılmaktadır. Bu gerçeğe rağmen hala entegre olamadıklarından söz edilebiliyorsa, demek ki sorun sokak Almancasını öğrenmekte ve yaşamın her alanında bu Almancayı kullanmakta değildir. Sorun başka yerde aranmalıdır.
        Bütün dilbilimcilerin kabul ettiği bir gerçek, insanların günlük yaşamlarında 300-500 sözcükle konuştuklarıdır. Bu kadar sınırlı sözcükle evde, okulda, knaypede, işyerinde Almanca konuşulması ne kadar gerçek ise, entegre olunmamışlığı da o kadar gerçektir.
        Bir kez daha yineleyelim, şikayet edilen ve talep edilen entegrasyon konusu, kesinkes sokak Almancasının öğrenilmesi ve bunun her yerde kullanılması konusu değildir. Öncelikle saptanması ve ortaklaştırılması gereken olgu budur.
        Kafalar karışıktır, söylemler tutarsızdır, saptamalar çelişiktir.
        Olağan yaşam sürecinde herhangi bir Alman sokak Almancasını kullanır. Bütün yaşamı 300-500 sözcükle sınırlanmıştır ve bütün yaşam süresinde bu sözcüklerin sınırlarını aşamaz. Bu olağan ya da normal Alman, kendi yaşam alanlarında kullanılmayan sözcüklerle karşılaştığında yapabildiği tek şey bir uzmana (avukat, mali müşavir vs.) başvurmaktır. Bu uzmanların görevi, anlamadıkları sözcüklerin yer aldığı konuyu sokak Almancasının sınırları içinde sorun sahibine anlatmak ve karmaşık bürokratik işlemleri kişi adına yapmaktır. Bu nedenle de, Almanya’da bu hizmetlerin giderlerinin karşılanması için yaygın bir sigorta sistemi oluşturulmuştur.
        Açıktır ki, normal Alman, ortalama Alman, Almancayı “yeterince” bilmemektedir ve bu bilgisizliğinin karşılığı olarak her yıl sigorta şirketlerine milyarlarca euro para ödemektedir. Bu yönden bakıldığında, normal Almanların Almanya’ya entegre olmadıklarını söylemek pekala mümkündür. Ve yine aynı biçimde bu normal Almanların Almancayı öğrenmek için de çaba göstermedikleri söylenebilir.
        Toplumsal gerçek böyle olmasına rağmen, yabancılardan (özel olarak “Türkler”den) Almanca öğrenmeleri istenmektedir. Öğrenilmesi istenilen hangi Almanca? Bundestag’taki politikacıların konuşmalarını izleyebilecek düzeyde bir Almanca mı? Alman edebiyatını izleyebilecekleri bir Almanca mı? Yoksa günlük yaşamda tüm Almanların konuştuğu Almanca mı?
        Bu sorular yanıtsız bırakılmaktadır.
        İkinci sorun, anadili Almanca olmayanların yabancı dil olarak Almancayı nasıl öğrenecekleridir. Soyutta kalındığı sürece, bu sorun, belli bir yaşta Almanya’ya gelmiş olan “yetişkin” yabancıların Almanca öğrenmeleri sorunudur. Bu şekilde birinci ve ikinci kuşağın Almanca öğrenme sorunlarının varlığından söz etmek elbette olanaklıdır. Ama bunlara Almanca öğretmek için açılan kursların hemen hepsinin sokak Almancasının öğretilmesinden bir adım öteye geçmediği de bir gerçektir. Dolayısıyla bu iki kuşağın Almanya’da doğan, Almanya’da çocuk yuvasına giden, Almanya’da okula giden çocuklarıyla iletişimleri bu sokak Almancasının sınırları içindedir. Ancak sorun, kendi çocuklarına bir şeyler öğretmek, bir şeyler yapma ya da yapmamalarını anlatmak olunca, bu sokak Almancasının yeterli olmadığı açıktır. Bunun için geçmiş on yıllarda “Türkler” yönelik Almanca kurslarında öğretilenlere bakmak yeterince fikir verebilecektir.
        Birinci ve ikinci kuşağın sokak Almancasını bilmeleri nasıl ki entegrasyonu sağlamamışsa, kendi çocuklarının yetiştirilmesinde ve eğitilmesinde de işe yaramamıştır. En yalın haliyle ahlaki bir konuda çocuğuna bir şeyler anlatmak ya da öğretmek durumunda olan ebeveynler, sokak Almancasıyla bunu yaşabilecek durumda değillerdir. Dolayısıyla kendi anadillerini kullanmaktan başka seçenekleri yoktur. (Ya da “nein” sözcüğüyle başlayıp “nein” sözcüğüyle biten bir “iletişim” içinde olacaklardır.) Çünkü sokak Almancaları çocuklarını eğitmek için yeterli sözcük hazinesine sahip değildir.
        Buradan çıkan sonuç, Almanca öğrenmenin değil eğitimin önemli olduğudur. Ve olmayan da eğitimdir. Gerek genel/toplumsal eğitim, gerekse okul eğitimi yabancılar için gerekli ve yeterli olmaktan çok uzaktır. Gerekli ve yeterli eğitim verilmek istense bile, bu kez sokak Almancasının sınırları içinde bu eğitim etkisiz kalacaktır, kalmaktadır.
        Bir kez daha yukardaki soruya geri dönülmektedir: Entegrasyon! Ama kime, niçin ve nasıl?
        Bugün herkes entegrasyondan söz etmesine rağmen, herkes entegrasyondan farklı şeyler anlamaktadır.
        İslamcı/dinci kesimlerin (genel ifadesiyle “milli görüş”çülerin) inancına göre, entegrasyon denilen şey asimilasyondur; asimilasyonun en temel aracı da dinini, kültürünü öğrenmeyi engellemektir ve bunun aracı da kendi dilini bilmemektir. Onlara göre, entegrasyon hıristiyan dinine, hıristiyan kültürüne tabi olmaktır.
        Buna karşılık olarak “deutsche leitkultur” savunucuları, açıkça dinsel temele gönderme yapmaksızın, benzer amaçlara benzer araçlarla ulaşmaya çalışmaktadır.
        Böylece entegrasyon savaşları başlamaktadır. Ve her durumda savaş, dinsel bir temele oturtulmakta, dinsel temelde sürdürülmektedir.
        İşte entegrasyon tartışmalarının içine girdiği çıkmaz da, bu dinsel temele oturtulmasıdır. Burada bilimsel ve insani hiçbir şey yoktur. Sadece “iman” esastır. Ayrışma ve çatışma şu ya da bu dine inananlar ile inanmayanlar arasında olmaktadır. Son dönemlerde Alman hükümetlerinin yabancılarla diyalog kurma girişimlerinde dini çevrelerin (tarikatlar dahil) öne geçmesi de, bu ayrışma ve çatışmanın dinsel temele oturtulmuş olmasının kabul edildiğini gösterir.
        Dinsel inançların olduğu yerde dogmalar esastır. Burada her türlü bilim ve bilimsel yöntem dışlanır. Bilim ve bilimsel yöntemin dışlandığı bir yerde de, bilimsel eğitim, dilbilimi, eğitimbilimi (pedagoji) vb. işlevsizdir, anlamsızdır, gereksizdir.
        Gerçek buysa, bunca Almanca öğrenmeye dayandırılan entegrasyon tartışmalarının anlamı yok demektir. Bu durumda da yapılması gereken tek şey, ayrışan ve çatışan tarafların kendi imanlarını tartışmaktır. O zaman ortaçağ günlerine ve ortaçağın “misyonerlik” ve “tebliğ” yöntemlerine geri dönmekten başka çare kalmaz.
        İnsanlık ortaçağın karanlığını yırtmış, aydınlanma çağını yaşamış ve günümüzün bilgi birikimine ulaşmışken, bir kez daha ortaçağın yöntemlerine geri dönmek zorunda kalıyorsa, insanlığın tarihsel evrimini bir kez daha irdelemek gerekecektir.
        Sorunun özü, hangi araçların kullanılacağı değildir. Sorunun özü, entegrasyonu talep edenlerin kime, neye ve niçin entegre olunacağını açıklamamaları ve entegre olması beklenenlerin de bu soruların yanıtlarını bilmemeleridir.
        Eğer insanların özgür seçme hakları olduğundan, entegrasyonun da böylesine bir özgürlükle ilgili olduğu söyleniyorsa, her şeyden önce entegre etmek isteyenlerin entegrasyondan ne anladıklarını açık biçimde ortaya koymaları gerekir. Bu ortaya konulmalıdır ki, entegre olması istenenlerin özgür seçme hakları pratik bir değere sahip olsun ve entegre olmayışlarının gerçek nedenleri açığa çıksın.
        Bugün hiç kimse, eğitim görmüş Almandan eğitim görmemiş Almana, entegre olmuş yabancıdan entegre olmamış yabancıya kadar hiç kimse, tüm toplum için geçerli ortak ve genel bir entegrasyon tanımı yapamaz. Bu nedenle de, entegrasyon tartışmaları belirsizlik içinde yürütülen bir kör dövüşüne dönüşmüştür.
        Şu gerçeğin altı çizilmelidir: Almanca öğrenmek bir eğitimle ilgili teknik bir sorundur. Belli bir yöntemi vardır ve bu yöntem izlenildiğinde hemen herkes Almancayı kolayca ve kısa sürede öğrenebilir. Almanya’nın da Almanca öğretmeye ilişkin geniş bir bilgi birikimi ve deneyimi mevcuttur. Sorun hangi amaçlarla ortaya konulursa konulsun, Almancanın öğrenilmesi, Göthe enstitüsünün dil programlarında yapıldığı gibi belli bir zaman içinde istenilen her düzeyde sağlanabilmektedir.
        Demek ki, sorun Almancanın öğretilmesi sorunu değildir. Açıkça ifade edildiği gibi, “biat” etme anlamında da olsa entegre olma sorunudur. Ve ne yazık ki, hiç kimse ve hiç bir kurum bunun ne olduğunu anlatma zahmetine katlanmamaktadır.
        Basit bir anlatımla, entegrasyon sözcüğünün Türkçe iki karşılığı kullanılmaktadır: Bütünleşme ve uyum.
        Almanya’daki Türklere yönelik yayınlarda en yaygın olarak kullanılan sözcük ise, “uyum”dur. Yani Türklerin Alman toplumsal ve yasal sistemine uyum göstermeleridir. Kırsal kökenli birinci kuşağın yaşadığı gibi, bu uyum, kırmızı ışıkta geçmemek, yerlere tükürmemek, çöp atmamak, bağıra çağıra konuşmamak, sıraya girmek vs.den ibarettir. Sonuçta, kırsal kökenli insanlar, kentsel yaşama ilişkin bu ve benzeri kurallara akla gelmedik uygulamalar ve yaptırımlarla da olsa “uyum” sağlamışlardır. Ve şimdi üçüncü ve dördüncü kuşak oluşmuşken şu soruyu sormaktadırlar: Bakın uyum sağladık, daha ne istiyorsunuz?
        Oysa entegrasyon sözcüğü, uyumdan daha çok “bütünleşme” demektir. Değişik parçaların, büyük ya da küçük olduğuna bakmaksızın, tek bir bütün içinde bir araya gelmeleridir. Bir araya gelinen bütünde (entegre olunan) hangi parçanın baskın (egemen) olacağı ise, doğrudan toplumsal ilişki alanındaki güç ilişkileriyle belirlenir. Değişik ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel değerlere sahip insan toplulukları söz konusu olduğunda (ki çağdaş anlamıyla “ulusal topluluklar”), kaçınılmaz olarak bütün bu toplulukların yerleşik durumlarına, yerleştikleri yere ve gerilek ya da ilerlek yapılarına göre belirlenir. Eğer özgürlükten, seçme özgürlüğünden, bireysel ve kamusal özgürlükten söz ediliyorsa, bu toplulukların karşılıklı ilişkisi de özgürce olmak zorundadır. Dolayısıyla bütüne katılacak (tabi olmak anlamında değil) parça, aynı zamanda bütünü değiştirir ve kendinden bazı öğeleri bütüne dahil eder. Bu açıdan entegre olan kadar entegre olunan da bu süreçte değişime uğrar. Aksi halde, entegre olmak “tabiiyet/boyuneğme”, entegre etmek de “özümseme” olup çıkar.
        Gerçek sorunlar kendi gerçekliği içinde, kendi somutluğu içinde ele alınmak zorundadır.
        Entegrasyon konusunda gerçek, tarafların ya da bütünü oluşturacak olan parçaların eşitsiz ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemlerin insanları olmalarıdır. Dolayısıyla kültürleri ve zihniyetleri farklıdır.
        Gerçek bu olmakla birlikte, salt olgusalcı bir yaklaşımla konuya açıklık getirmek ve çözümler üretmek de olanaklı değildir.
        Gerçek, üsyapısal denilen siyasal, kültürel ve felsefi olgularda değil, altyapısal, yani ekonomik ilişkiler alanındadır. Açıktır ki, “Türkler” geri ve kırsal üretim ilişkileri içinden Almanya’ya getirilmiştir. Gelinen ülke ise, sanayi toplumudur, sanayi devrimini yukardan aşağıya da olsa gerçekleştirmiş bir toplumdur. 1980’lerden itibaren eski tarzda işçi alımlarının durdurulması ve sadece aile bileşimi ve ilticacılık sistemiyle yeni insanların getirilmesi de, entegre olması istenenlerin geldikleri ülkedeki (Türkiye) elli yıllık ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel gelişmelerle bağını kesmiştir. Böylece ikili bir çatışkı ortaya çıkmıştır: Bir tarafta elli yıl öncesinde kalmış geri kırsal üretim ilişkilerinden sanayi toplumuna getirilmiş insanlar ve diğer taraftan elli yıl her türlü gelişmenin dışında tecrit olmuş olarak yaşayan insanlar.
        Bu durum, her açıdan, toplumsal ve kültürel her alanda getirilmiş insanların elli yıl dondurulmuş olarak yaşatılmasına yol açmıştır. Ülkelerindeki elli yıllık gelişmenin dışında kalmışlar ve ülkelerindeki toplumsal yapının elli yıl gerisinde kalmışlardır. Bu da yaşadıkları ve çalıştıkları ülke ile geldikleri ülkeye ilişkin ikili bir entegrasyon sorunu yaratmıştır. Kaçınılmaz sonuç, kendi içine kapanma olmuştur.
        Değişik araştırmaların gösterdiği gibi, entegre olması istenen Türkiyeliler, her iki ülkenin toplumsal tasarruf düzeyinin çok daha üzerinde bir tasarruf eğilimindedirler. Genel ifadeyle, çok ve düşük ücretle çalışan, ama çok az tüketen bir topluluk. Bu yüzden yaşadıkları ve çalıştıkları ülkedeki toplumla olan ilişkileri çalışma alanlarıyla, işyerleriyle sınırlıdır. Doğal olarak dil de, bu alanların gereksindiği kadardır. Öyle ki, sanayinin son elli yıllık gelişmesi işyerlerinde pek çok şeyin dil/eğitim gerektirmeden yapılabilir hale getirmiştir. Basit bir örnek vermek gerekirse, elli yıl önce işyerlerinde “sigara yasağı” yazıyla yazılırken, bugün simgelerle ifade edilmektedir. Dolayısıyla okur-yazar olmak gerekmemektedir. İş koşullarının okur-yazar olmayı gerektirmediği bir ortamda da, çalışanların dile ihtiyaç duymaları da zaten beklenemez.
        Diğer yandan kırsal/tarımsal geri ekonomik ilişkilere göre gelişmiş sanayi toplumu bir ilerlemeyi temsil eder. Bu ilerleme içinde toplumsal ilişkiler kadar hukuki, yasal ilişkiler de farklıdır. Birisinin ticaret anlayışı ile diğerininkisi çoğu zaman birbirine karşıt niteliklere sahiptir. Birisinin emeğe verdiği değer ile diğerininkisi birbirinden farklıdır. İşgücünün, yani emeğin değerinin saatle (hatta dakikayla) ölçüldüğü bir sanayi toplumu ilişkileri ile emeğin hiçbir biçimde maliyetlere dahil edilmediği bir tarımsal ekonomik ilişkilerin aynı toplumsal ilişkiler yaratması zaten beklenilemez. Toplumsal ilişkiler farklı olduğu gibi, onun üzerinde yükselen kültür ilişkileri de farklıdır.
        İşte entegrasyon konusundaki her türlü tartışmanın dışladığı gerçekler de bunlardır.
        Bütün bu ekonomik temele dayanan ve tarihsel evrime dayalı gerçeklerden hareket etmek yerine, sorunu yalın biçimde “Almanca öğrenmeye” indirgemek ve ardından da “entegre olmuyorlar” diye suçlamak, belki söyleyenlere iç huzuru verse bile, pratikte hiç bir sorunu çözmemektedir.
        Entegrasyon sorunu zor, karmaşık ve tarihsel içeriğe sahip bir sorundur. Ama dil öğrenimi ise, çözüm yöntemleri belli olan bir sorundur. Ancak dil öğrenimi aynı zamanda eğitim/öğretim sorunuyla birlikte ele alınmak zorundadır. Eğitilecek insan yetişkin değil de çocuk olduğunda, sadece onu okula gidebilecek kadar dil öğrenmesini sağlamakla yetinilemez. Çocuklar aynı zamanda doğdukları andan itibaren, konuşmayı öğrenmekten toplumsal/ailesel ilişkileri öğrenmeye kadar pek çok bilgi edinme aşamalarından geçer. Okul, yani resmi eğitim kurumları bu bilgi edinmelerin üzerinde yükselir ve bu bilgi edinimlere göre eğitim yapar. Çocuklar, okul çağına gelene kadar bu bilgi birikimini asıl olarak kendi aile ortamında edinirler. Bu yüzden de, çocukların kendi aile ortamında bilgi edinmelerinin aracı kendi dilleri olmaktadır. Sorunlar da buradan başlayarak çocukların tüm yaşamını belirlemektedir.
        Aile ortamında anadili üzerinden bilgi edinen (ve ailenin kendi toplumsal ve eğitsel kökenine göre değişen) çocuk, okul çağında farklı bir dilde bu bilgiyi kullanmak zorunda kalmaktadır. Bir bakıma, okul çağına gelen her çocuk, kendi anadilindeki bilgiyi diğer dile çeviren uzman bir çevirmen olmak zorunda bırakılmaktadır. Ve herkesin bildiği gibi, bu da olanaksızdır.
        Bugün dördüncü kuşaktan söz ediliyor. Henüz ailenin dili ile yaşanılan toplumun ve eğitimin dili bir ve aynı değildir. Çocuklar aile ortamında edindikleri bilgileri eğitim alanına aktaramamaktadırlar. Sonuç, eğitsel felakettir.
        İşte dil öğrenimi açısından soruna yaklaşıldığında çözülmesi gereken şey, çocukların aile ortamında edindikleri bilgilerin eğitim alanında kullanabilir hale getirmektir. Bunun yolu ise, anadili üzerine inşa edilmiş bir eğitim diline geçişi sağlayan bir eğitim sistemi oluşturmaktan geçer. Yapılmayan ve yapılmak istenmeyen de budur.
        İstenilen, aile ortamının tümüyle Almancaya dayandırılması ve aile ortamında edinilen bilginin Almanca edinilmesinin sağlanmasıdır. Bu bir dayatmadır, çünkü ailenin kendisi en fazla sokak Almancasını bilmektedir, kendi bilgilerini çocuğuna aktarmayı sağlayacak düzeyde Almancaya sahip değildir. Sahip olmasının tek yolu, ortalama bir Almandan daha çok eğitim görmüş (tercihen yüksek okul eğitimi) bir Alman seviyesinde Almancayı bilmektir. Ama bu da aileye zaten verilmemiş olan şeydir.
        Bu açıdan, yetişkinlerin (aile) eğitimi ile (genel/toplumsal eğitim) çocukların bu olumsuzluk içinde eğitimlerinin (okulsal) birbirine koşut olarak sürdürülmesi gerekmektedir. Ama eğitim denilen şey, zaman ve emek ister. Geçimini ya da birikim sağlayabilmek için çalışmak zorunda kalan insanların ise, böyle bir zaman ve emek vermeye olanakları yoktur. Fabrikada sekiz saat vardiyalı çalışan bir işçi ailesinin “hoch deutsch” öğrenmesini beklemek ve bunun için emek ve zaman ayırmasını istemek hem gerçekçi değildir, hem aptalcadır.
        Bu nedenle diyoruz ki, ailenin yavaş ve evrimsel değişim süreci tamamlanana kadar çocukları olmadık ve olmayacak şeyler için harcamak yerine, bu çocukların anadillerindeki bilgi birikimlerini Almanca eğitim alanında kullanabilir hale getirecek bir eğitim sistemine geçilmesi gerekir.
        Bu sistemin nasıl olacağı ise, konunun uzmanlarınca ayrıntılı olarak ortaya konulmaktadır. Yapılması gereken, bu gerçekleri kabul etmek ve bu uzmanların söylediklerini dinlemek ve uygulamaktan ibarettir. Yetişkinlere ise (entegre olmaları istenenlere), neye, niçin ve neden entegre olmaları gerektiğini kendi anadillerinde anlatılması gerekir. Bu yapılabildiği sürece, boş ve verimsiz entegrasyon tartışmaları da sona erecektir.