Die Gaste
İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE
ISSN 2194-2668
DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN İNİSİYATİF
(Initiative zur Förderung von Sprache und Bildung e.V.)


  • SONRAKİ YAZI
  • ÖNCEKİ YAZI
    5. Sayı / Ocak-Şubat 2009



    Die Gaste 5. Sayı / Ocak-Şubat 2009

     
     

    Die Gaste

    İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

    ISSN 2194-2668

    DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK İÇİN
    İNİSİYATİF

    Yayın Sorumlusu (ViSdP):
    Engin Kunter


    diegaste@yahoo.com

    Yazma Eylemi Üzerine Notlar


    Prof. Dr. Zehra İPŞİROĞLU





        Duisburg/ Essen Üniversitesi’nde çalışmaya başladığımdan bu yana yıllardır yaratıcı yazma atölye çalışmalarını sürdürüyorum. Öğrencilerimiz bu konuda ne kadar yaratıcı olduklarını atölye çalışmalarında üretilen metinlerin toplandığı “Yazma Uğraşı” ve “Lust am Schreiben” kitaplarıyla ve Essen’de ve Köln’de düzenlenen halka açık okuma günlerinde yeterince kanıtladılar. Ayrıca içlerinden bir kaç kişi bu alanda uzmanlaşarak çeşitli dergi ve gazetelerde de , kitap tanıtım, tiyatro eleştirisi, deneme, röportaj türü metinler yayınlamayı sürdürüyorlar. Yazmaya, kendini yazarak ifade etmeye olan ilgi arttıkça, kitaba olan ilgi de çok ağır bir tempoda da olsa artmaya başladı. Öğrencilerimizden küçük bir kesim içlerindeki gizilgücün ayırdına varıp bu alanda kendilerini giderek geliştirmeye çalışırken, büyük çoğunluk yazma eyleminin özgüveni pekiştirici özelliğinin bilincine vardı. Bu da bence çok önemli bir olgu.Yaratıcı yazma atölye çalışmalarının öğrenimdeki anlamını ve işlevini son yıllarda bu alandaki yayınlarımda yeterince açıklamaya çalıştım.1 Bu yazımda farklı bir yol çizerek yazan biri olarak yazma eyleminin benim için ne ifade ettiğini çok öznel bir açıdan anlatacağım. Belki Die Gaste’nin diğer sayılarında da yazma eylemi üzerine öznel düzlemde bir tartışmanın açılabileceğini, bu tartışmaya yazmayı seven ve uğraş edinen herkesin katılabileceğini düşünüyorum. Sözgelimi Essen’de yılda büyük bir başarıyla yapılan kitap fuarına çağırılan yazar konuklar, bu konudaki deneyimlerini ve düşüncelerini bize aktarabilirlerse ya da Almanya’da yaşayan yazarların bu konudaki görüşleri alınabilirse, yazma uğraşı üzerine çok boyutlu ve verimli bir tartışma ortamı yaratabilirdi.

    Yazmanın benim için anlamı:


        Yazarak yazma yoluyla sorunların üstesinden gelmeye çalışmak. Olup biteni anlamaya çalışmak. Yazma düşünme yollarını açıyor. Gördüklerimin, yaşadıklarımın ardındakini ortaya çıkartabilmek, olup biteni anlamaya çalışmak. Yazmanın çok boyutu var. En önemlisi insanın kendini oldukça zavallı ve çaresiz duyumsadığı acımasız bir dünyada bir dayanak oluşturması. Yaşadıklarınızdan -yaşamayı burada geniş anlamda kullanıyorum- yola çıkarak bir dünya yaratıyorsunuz. Bu dünya sizin dünyanız, yani size özgü bir dünya ve bunu başkalarıyla paylaşıyorsunuz, bu çok hoş bir şey. Ben ayrıca yazma etkinliğiyle düşünmeyi birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görüyorum. Yazma yoluyla düşüncelerinizi duygularınızı gözlemlerinizi yoğuruyorsunuz, biçimlendiriyorsunuz, bu açıdan da belki de yaşadığınız dünyayı daha iyi algılıyorsunuz. Öte yandan yazma, insanın kendini keşfetmesi anlamına da geliyor.

    Yazarak İzini sürdüğüm
    sorunlar, konular:


        Uyurgezerlik

       
        Gerçek olmayan bir olgunun gerçekleri nasıl yönlendirdiğini düşünürüm çoğu kez. Bu usdışı bir düşünce akımı olabilir, bir söylem, bir imge, bir mitos, bir önyargı, ne olduğu önemli değil. Önemli olan insanların buna inanıp kendilerini körü körüne kaptırabilmeleri ve yaşadıkları her şeyi buna göre anlamlandırıp yorumlamaları. Yani yaşamlarının kurmaca bir öyküye bağlı olması. Çok zeki şizofren bir arkadaşım vardı. Gerçek olmayan bir şey üzerine inanılmaz mantıklar yürütürdü. Kimi kez kendimi kaptırıp saatlerce tartışırdım onunla. Yürüttüğü mantığı tüm girintileri çıkıntıları ve özellikleriyle anlayabilmek için. Aslında usdışı bir olgu üzerine akılcı bir biçimde mantık yürütmek için akıl hastası olmak gerekmiyor. Çünkü bu normal insanların da yaşadığı bir şey. Aradaki tek fark usdışı olanı, gerçek olmayanı arkadaşımın hasta bir beynin ürünü olarak kendi kafasında yaratmasıydı. Oysa normal yaşamda bizler çoğu kez ayırdına bile varmadan başkalarının kurguladıkları öykülerin içinde yaşıyoruz. Ne çevremizde olup bitenleri ne de kendimizi görebiliyoruz. Hipnotizma edilmiş gibiyiz sanki. Uyurgezer gibi. Böyle olunca da kendimiz olamıyoruz.
       
        Dil roller ve toplumsal
        cinsiyet üzerine

       
        İnsanların ayırdına bile varmadan güdümlenmelerinde belirleyici olan dil. Dil aracılığıyla usdışı bir söylem masallar, mitoslar gerçekleri yoğuruyor, biçimlendiriyor. Araştırma ağırlıklı bilimsel kitaplar, deneme, roman, öykü, çocuk kitabı hangi alanda yazarsam yazayım yazdıklarımın tümünün ortak noktasını arayış oluşturuyor. Yaşadıklarımızı ne dereceye kadar kendimiz belirliyoruz. „Ne dereceye kadar başkalarının kurguladıkları öykülerin içindeyiz?“ sorusu bu arayışın temelini oluşturuyor. Aslında günümüzde geçerli olan postmodern söylem böyle bir soruyu baştan yadsıyor, çünkü özgünlük diye bir şeyi kabul etmiyor. Gerçek dediğimiz sadece bir kurgu, bir simulasyon, birey de sadece bir rol. Bu görüş bana ters geliyor. Kuşkusuz yaşamımız oynadığımız çeşitli rollere bağlı. Sözgelimi bir kadın olarak meslek kadını, anne, eş, arkadaş gibi çeşitli rollerin içindeyiz. Kimi kez bu roller öylesine çatışıyor ki, bir bölünmüşlük ya da parçalanmışlık yaşanıyor. Gene de rol dediğimiz kolaylıkla giyip çıkartabileceğimiz bir giysi değil. Bize özgü bir şey. Yani kendi içinde bütünlüğü olan ‘Ben’ diye bir olgu var. Bu bakımdan yaşamda oynayacağım rolleri de kendim seçebilmeliyim. Yani kendi yaşamımı kendim kurgulayabilmeliyim, kendi öykümü yazabilmeliyim, kimse bana bir şeyler dayatmamalı. Sözgelimi Almanya’da yaşayan göçmeler, gettodakiler, gözlerini açtıkları anda kendilerini feodal ve kapalı bir dünyanın içinde buluyorlar. Avrupa’nın göbeğinde olmaları hiç bir şey ifade etmiyor. Çıkış çok güç, neredeyse olanaksız gibi. Bunun en çok altında ezilenler de doğal olarak kadınlar oluyor. Çünkü kurgulanan öyküler erkek öyküleri. Başka bir deyişle erkek egemen bir dünyada kadınlara, özellikle alt katmandakilere kendi yaşamlarını biçimlendirme kendilerini gerçekleştirme hakkı pek tanınmıyor.
       
        Almanya’daki roller

       
        Almanya’daki göçmen kökenli sanatçıları ve aydınları örnek getirelim. Alman toplumunda kendilerini kabul ettirmeleri güç değil. Ama oyunun kurallarını iyi bilmek ve ona göre oynamak gerekiyor. Sözgelimi ilk kural göç sorunuyla ilgilenmeleri. Başka bir konuya el atmaları neredeyse olanaksız. Ayağını yorganına göre uzat deniyor. Ama ya yorgan kısa geliyorsa? İkinci kural göç sorununu da ancak önceden belirlenmiş belli kurallara göre gündeme getirmeleri. Bunun dışına çıkmaları gene çok güç. Sonra öteden beri süregelen oriyentalist bir bakış var. Bu bakışın bir şekilde tatmin edilmesi gerekiyor. Yani oyunun kuralları önceden saptanmış, insanların buna göre oynamaları gerekiyor. Örneğin ‘Duvarlara Karşı’ filmiyle altın ayı alan Fatih Akın medyanın kendisini göç edebiyatı çekmecesine sokmasına sinirleniyor, ama sonuçta yaptığı filim hem bu konuyla ilgili hem de harfi harfine istenilen klişelere göre biçimlendirilmiş. Getto, altkültür, oriyentalizm her şey var bu filmde.
       
        Çocukluk

       
        Öteden beri üzerinde durduğum konuların başında çocukluk geliyor. Nedir çocukluk? Yaşamımızın bitmiş bir kesiti mi, geçmişin derinliklerine gömülü anı parçacıkları mı, yoksa yaşamımızı yönlendiren varoluşsal bir olgu mu? Çoktan geride bıraktığımız çocukluk yılları bugün bize ne söylüyor ya da söylemiyor? Öyle sanıyorum ki çocukluğun yaşamımızdaki anlamını çıkartmaya çalışan bir soruşturma yapsam, pek çoğumuz belleğimizin derinliklerine gömdüğümüz anı parçacıklarını tıpkı bir yap/boz oyunu gibi bütünleştirmeye çalışarak olumlu, olumsuz, nostaljik, dokunaklı, komik, duygusal bazı şeyler söyleyebilir. Ama pek azımız çocukluğun bugün bizim için taşıdığı anlamı dile getirebilir. Çünkü sorunları bastırma ve unutma güdüsü düşünemeyeceğimiz derecede önemli bir rol oynuyor yaşamımızda. Oysa insanlar çocukluğun yaşamlarında oynadığı olumlu ya da olumsuz rolün gerçekten bilincinde olsalar, yaşadığımız dünya çok farklı olurdu.

    Yazma eylemi üzerine:


        Malzeme toplama
        (karalama defteri)

       
        Yazma, masa başında başlamıyor. Bir tür yaşam biçimi. Yazmayı uğraş edinmişseniz yaşama bakışınız, gözlemleriniz, düşünceleriniz, algılama yetiniz hep bu doğrultuda gelişiyor. Antenleri açık tutmaya, kendi dışınıza çıkmaya çalışıyorsunuz. Gözlerinizi ne kadar çok açarsanız, öylesine çok yazma malzemesi bulabilirsiniz. Bu açıdan karalama defterlerim her zaman yanımdadır. Duyduğum ilginç bir söz, şaşırtıcı bir olay, sıradışı bir gözlem her şeyi not ederim. Başkalarının öykülerini dinlerken, ilginç epizotları karalama defterime ve elbette belleğime de kaydediyorum. En hoşuma giden de düş toplamak. Yalnız kendi gördüğüm rüyaları değil, başkalarınkini de not ederim. Son yıllarda gözlemciliğimi daha da geliştirdiğimi düşünüyorum. Tuhaf bir şey ama insan yaş aldıkça hem duyarlılığı hem de birikimi arttığı için, algılama yetisi de azalmıyor, tersine artıyor. Bu hoş bir duygu, çünkü zaman kısaldıkça, daha yoğun yaşadığınızı duyumsuyorsunuz. Karalama defteri günlük değil. Bir süre sonra çöpe atılacak bir defter sadece. Ama defteri atmadan, içinden önemli bulduğum şeyleri bilgisayarımdaki bellek kutuma yerleştiririm. Kim bilir belki bunların içinde de bir ikisini ilerde kullanabilirim.
       
        Önhazırlık (denge)

       
        Yazma tıpkı yaşamak gibi iç ve dış dünya arasında kurduğunuz dengeye bağlı. Bence en önemlisi bu dengenin kurulması. İş yaşamının hayhuyu içinde algıladıklarım üzerinde düşünmeye ve kendi iç sesimi dinlemeye hiç zaman bulamadığım zamanlar dünyanın en mutsuz insanı oluyorum. Öte yandan bu dengeyi kurabilmişsem, yazmanın gelişebileceği temeli de kurmuş oluyorum. Dengenin kurulması özellikle sabahları zihnimin açık olduğu saatlerde masa başına oturup çalışmama bağlı. Bu evde çalıştığım günler bütün günü kapsayabileceği gibi, üniversiteye gittiğim günler çok kısa da sürebilir. Olsun, önemli olan, belli bir sürekliliğin olması. Çünkü sabah bir saat olsun çalışabilmişsem, ister istemez çalışma bilinçaltında da sürüyor.Bu açıdan bu saat ya da saatler benim için her şeyden çok değerli. Maskeler, resimler, kitaplar ve renk renk kilimlerle döşenmiş aydınlık ve büyük bir çalışma odam var. Bu odayı çok seviyorum. Bütün günümü sıkılmadan burada geçirebilirim.
       
        Yazma eylemi ( başlangıç)

       
        Yeni bir yazma projesine başlamam, topladığım malzeme içinden belli bir konuyu seçmem elbette ki rastlantısal değil, yaşamıma, içinde o an bulunduğum duruma ve hesaplaştığım sorunlara bağlı. Bu açıdan belki ‚seçme’ sözcüğü de doğru değil, konunun öylesine bir içime işlemesi, beni inandırması gerekiyor ki, ben de yazma sürecini başlatabileyim. Çoğu kez projeler yalnızca taslak aşamasında kalıyor. Kimi kez taslak aşamasında olan bir proje zamanı geldiğinde birden ön plana geçiyor. Belki yorucu ve yıpratıcı olan bir kaç yazma projesi üstünde aynı zamanda çalışmam. Ama bu da benim kendi seçtiğim hareketli yaşam biçimine bağlı. Proje aşamasındayken çalışma üzerinde değer verdiğim biriyle konuşup tartışmak çok verimli olabiliyor. Yazma sürecinde bilgisayar benim için çok önemli, çünkü yazdıklarımı durmadan değiştiriyorum. Değiştirmek, düzeltmek, çeşitleme yazmak, bunları karşılaştırmak, tam yazının artık iyice piştiğini düşündüğüm bir anda, gene değişiklik yapmak, böylece yazdıklarıma tekrar tekrar dönmek yazma eyleminin temelini oluşturuyor.
       
        Yazma eylemi (yoğunlaşma)

       
        Yeni bir kitaba başlamışsam ve üzerinde sürekli olarak çalışıyorsam, bir süre sonra o kitap ön plana geçiyor ve bütün diğer çalışmalar duruyor. Bu süre içinde her şey, okuduğum gazete, izlediğim film, dinlediğim bir öykü, yaşadığım bir olay, sadece ve sadece o kitabın hizmetinde gelişiyor. Yeni projemle ilgisi olmayan hiç bir şeyi algılayamaz oluyorum artık. Ben yazarken benimle birlikte her şey yazıyordu. “Yazı her yerdeydi“ diyor Marguerite Duras. Bu benim de çok iyi bildiğim, tanıdığım bir duygu.
        Bu nedenle bu sürenin mutlaka bir geri çekilmeyi koşulladığını düşünüyorum. Yaklaşık on yıldır bu çok yoğun çalışma sürecini yaz aylarına denk getiriyorum. Temiz hava ve deniz insanı günlük yaşamın geriliminden kurtararak tam anlamıyla bir mucize yaratıyor. Bu nedenle en az bir ay deniz kenarında dizüstü bilgisayarıma bağlı olarak iyice kendi içime kapanık yaşıyor, aylardır üzerinde çalıştığım projeyi bitirmeye çalışıyorum. Bütün dileğim bu süreyi olabildiğince uzatabilmek. O zaman daha üretken olabileceğime inanıyorum.
       
        Yaşamak ve yazmak

       
        Yazma uğraşı çok yoğun bir çalışma temposunun içine sokuyor insanı. Bu açıdan da dinlenmeye ya da tatile pek fırsat tanımıyor. Gene de denizde yüzme, ormanda yürüyüş yapma, bisikletle gezme, kitap okuma, film izleme, tiyatroya ve sergilere gitme, arkadaşlarımla birlikte güzel bir yemek yiyip içki içme, gençlerle özel yaşamımda da birlikte olma onlarla oturup, tartışma, deneyimlerini, sorunlarını paylaşma ya da arada bir yolculuk yapıp farklı ülkeleri tanıma gibi etkinlikler, insanın kendini mutlu duyduğu bir ortamda gerilimi atma ve dinlenme anları olarak değerlendirilebilir. Ama sonuçta bütün bu güzel yaşantılar da, yazma uğraşına bir temel oluşturmuyor mu? Ben açıkça yazmayı ve yaşamayı birbirinden ayıramakta zorlanıyorum.